CEZA YARGILAMASINDA KANUN YOLLARINA BAŞVURU HAKKI
MAKALE : Av. Erdal ONUR
GİRİŞ
Ceza Muhakemesinin amacı gerçeğe ulaşmaktır. Suç haberinin alınmasıyla başlayan yargılama sürecinde hukukun evrensel ilkelerine riayet edilerek ve Ceza Muhakemesi Kanununun hükümleri doğrultusunda somut olayla ilgili tüm delilleri ortaya koyarak bu gerçeğe ulaşmak yegâne amaçtır. Ancak yapılan yargılama neticesinde yanlış ve de hukuka aykırı bir karar alınması mümkündür. İşte bu sebeple kanun yolları adı verilen çeşitli hukuki çareler bulunmaktadır.
Kanun yollarına başvuru, bazı kimselere tanınmış ve belirli kıstaslar dâhilinde uygulanabilen bir haktır. Bu çalışmamda öncelikle kanun yolu kavramını ve kanun yollarına başvurma hakkının kavramsal değerlendirmesini yapmış bulunmaktayım. Daha sonra kanun yollarına başvurma hakkına sahip olanlar hakkında genel bir çerçeve çizerek bu hakka sahip olan kimseleri ayrı ayrı Ceza Muhakemesi Kanunumuzun ışığında değerlendirdim. Çalışmanın ilerleyen bölümlerinde kanun yoluna başvuracak kimselerin bu başvuruları esnasında yanılmaları sebebiyle yanlış bir merci ya da yanlış bir kanun yoluna başvurmaları durumunu değerlendirdim. Son olarak da kanun yoluna başvurudan vazgeçilmesi durumunun yargılama sürecine ve bu hakka sahip olanlara etkisini ortaya koydum.
KAVRAMSAL OLARAK KANUN YOLU
Ceza muhakemesi, meydana gelen bir olayın evrensel hukukun rehberliğinde delilleriyle, kanundaki tipe uygun ve hukuka aykırı fiilin ortaya konularak yetkili makamların yürüttüğü karar verme sürecini ifade eder. Bu karar verme süreci aslında maddi gerçeğin ortaya çıkarılması amacını taşır.
Yargılama sonunda mahkeme, sanık hakkında bir hüküm kuracaktır. Fakat bu kararı verecek olan da nihayetinde insandır. Ayrıca meydana gelen olayın yargılama süreci içerisinde objektif değerlendirilmesi çeşitli sebeplerle mümkün olmayabilir. Dolayısıyla verilecek olan kararın gerçeği yansıtmaması yani yanlış olma ihtimali söz konusu olabilir. Yanlış kararlar sebebiyle hak kayıpları olacağından hem bahse konu olan yargılanan süje, adil yargılanma hakkından mahrum olarak zor durumda kalacak hem de toplumun hukuk devletine olan güveni sarsılacaktır. Bu sebeple evrensel hukukta olduğu gibi bizim hukukumuzda da muhakeme sonucunda verilecek kararın başka makamlar tarafından denetimi mümkün kılınmıştır.[1]
Yargılama süreci sonucunda verilen karar suçun niteliği gereği bazen tek hâkim tarafından verilir. Örneğin hırsızlık suçunda yargılama Asliye Ceza Mahkemesinde yapılır ve bu mahkeme tek hâkimden oluşur. Ne kadar ispat araçlarının ortaya konması ile bir değerlendirme yapılsa da sonuç itibariyle tek kişinin sübjektif değerlendirmesi söz konusudur. İşte bu kararın da üst mahkemeye taşınarak üç hâkimden oluşan üst derece mahkemelerinde maddi denetimle yeniden incelenmesi veya hukuka aykırılığının denetlenmesi adil yargılanma hakkına hizmet eder. Ayrıca her geçen gün yeni hukuki olguların meydana geldiği dünyamızda yeni hukuki değerlendirmelere de ihtiyaç olmaktadır. Örneğin son zamanlarda küresel anlamda yaygınlaşan korona adlı bir virüs tüm dünyayı etkisi altına almış durumdadır. Bu virüsün öldürücü niteliği tüm dünya tarafından kabul edilmektedir. Hal böyleyken bu virüsü taşıdığını bildiği bir kişinin bulaştırma amacı taşıyan saldırısına karşın kişinin tepkisi mesela onu bıçaklaması veya silahla karşılık vermesi meşru müdafaanın orantılılık ilkesi açısından ne derece değerlendirilmesi gerektiği önemli bir husustur. Böylesine yeni çıkmış bir vakıanın tek bir hâkim tarafından değerlendirilmesi yanlış hükmün ortaya çıkmasına sebep olabilir. Bu gibi durumlar da kanun yollarının varlığının önemini başka açıdan ortaya koyan bir olgudur.
Mahkemenin ya da Hâkimin vermiş olduğu kararların hukuka aykırı ya da yanlış olduğunu düşünen kimselerin veya makamların bu kararların başka merciler tarafından denetlenerek gerek kendisinin gerekse de toplumun hukuka olan güvenini sağlamak amacıyla başvurdukları hukuksal yola kanun yolu denilmektedir.
Kanun yolları hiyerarşik bir düzen şeklinde yapılandırılmıştır. Bunun sebebi verilen kararının denetimin daha etkili yapılması ve üst mahkemelerde kesinleşecek hükmün uygulanabilirliği gücünü arttırmaktır. Bu sebeple ilk derece mahkemelerinde verilen kararlar kanun yolu ile üst mahkemeye taşınmaktadır.
Kanun yolları tek makamdan oluşmayıp daha önce belirttiğim gibi hiyerarşik olarak derecelendirilmiştir. Bunlara başvuru çeşitli kriterlere göre yapılmaktadır. İlk derece mahkemesinde verilen karar henüz kesinleşmemiş olduğu için hükmün bu niteliği sebebiyle kesinleşmemiş yargı kararları için gidilebilen İtiraz, İstinaf ve Temyiz kanun yolları ayrımı söz konusu olur. Bunlara genel ifadeyle Olağan kanun yolları denmektedir. Ayrıca bu kanun yollarında denetlenmesi neticesinde ya da üst derece mahkemeye başvuru süresinin dolmasıyla kararın kesinleşmesi sonrasında da gidilebilecek kanun yolları hukukumuzda mevcuttur. Olağanüstü kanun yolları olarak adlandırılan bu kanun yolları; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının itirazı, kanun yararına bozma ve yargılamanın yenilenmesidir.
KANUN YOLLARINA BAŞVURU HAKKI
Kanun yollarına başvurma hakkı yargılama sürecindeki süjelere ceza muhakemesinin evrensel ilkelerine dayalı olarak sürece katılma imkânı veren ve kararın denetlenmesi için aktif rol almasını sağlayan bir haktır. Kanun yollarına başvurma hakkının dayandığı evrensel ceza muhakemesi ilkelerinden biri Adil yargılanma hakkıdır. Anayasa Mahkemesi’nin 2013 yılında vermiş olduğu bir kararda ” Adil yargılanma hakkı bireylere muhakeme sürecinin ve usulünün adil olup olmadığını denetletme imkânı verir” denmektedir. Bunun yanında Anayasa’nın 36.maddesinin ilk fıkrası “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir” hükmünü içererek adil yargılanma hakkının önemine işaret etmiştir. Kanun yolları da bu hakkın bir parçası durumundadır.
Kanun yollarına başvurma hakkı aynı zamanda bir insan hakkıdır. Türkiye’nin de imzaladığı İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 7 numaralı ek protokolünün 2. Maddesinde “Bir mahkeme tarafından cezai bir suçtan mahkûm edilen her kişi, mahkûmiyet ya da ceza hükmünü daha yüksek bir mahkemeye yeniden inceletme hakkını haiz olacaktır. Bu hakkın kullanılması, kullanılabilme gerekçeleri de dâhil olmak üzere, yasayla düzenlenir ”şeklinde düzenleme yapılmış olup kanun yollarına başvurmanın bir “insan hakkı” olduğunun altını çizmiştir.
Davasız yargılama olmaz ilkesi, iddia makamı olan savcılığın iddianamesinde belirttiği kişiler ve olaylarla ilişkili olarak bir davanın açılmasını ve bu doğrultuda karar verilmesi zorunluluğunu ifade eder. Bu ilkeye göre iddia ve talep yoksa yargılamanın da varlığından söz edilemez. İşte kanun yollarına başvuru hakkı da bu ilkenin sonucudur. Ancak bunun bir istinası mevcuttur. Ceza Muhakemesi Kanunumuzun 272. maddesinin 1. fıkrasında “İlk derece mahkemelerinden verilen hükümlere karşı istinaf yoluna başvurulabilir. Ancak, on beş yıl ve daha fazla hapis cezalarına ilişkin hükümler, bölge adliye mahkemesince re ‘sen incelenir” denilmektedir. Bu istisnai düzenlemenin dışında kanun yollarına başvurmak davasız yargılama olmaz ilkesinin bir sonucu olarak öne çıkmaktadır.
Kanun yollarına gidilemeyeceği, başvuru hakkının söz konusu olmayacağı durumlar da söz konusudur. İnsan hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 7 numaralı ek protokolünün 2. maddesinin ikinci fıkrasında “Bu hakkın kullanılması, yasada düzenlenmiş haliyle önem derecesi düşük suçlar bakımından ya da ilgilinin birinci derece mahkemesi olarak en yüksek mahkemede yargılandığı veya beraatını müteakip bunun temyiz edilmesi üzerine verilen mahkûmiyet hallerinde istisnaya tabi tutulabilir” denilerek suçun çok hafif olması, sanığın olay mahkemesi olarak en yüksek mahkemede yargılanması durumunda ve karar, beraat kararının temyiz edilmesi sonucunda verilmiş bir karar olması durumunda kanun yollarına başvurulamayacağını belirtmektedir.
KANUN YOLLARINA BAŞVURMA HAKKINA SAHİP OLANLAR
Avrupa insan Hakları Sözleşmesi’nde Adil Yargılanma Hakkı ve Hak Arama Özgürlüğü kapsamında, her kişinin hâkimlerin veya mahkemelerin almış oldukları kararlara karşı kanun yollarına başvuru haklarını kullanmaları gerekmektedir. Yeni ceza kanunumuzdaki düzenlemeler de bu yöndedir. Eski kanunumuza göre kanun yollarına başvurabilecek kişilerin kapsamı genişletilmiş ve bunlar açıkça gösterilmiştir. Menfaatleri zarara uğramış kişiler taraf sıfatını edinerek kanun yollarına başvuru hakkına sahip olmuşlardır.
Kanun yollarına başvuru yapılırken hukuka aykırılığın öne sürülmesi gerekir. Ancak bu yollara hukuki yararı bulunmayan kimselerin başvurması mümkün değildir. Kanun yollarına başvurma hakkının kimlere ait olduğu Ceza kanunumuzun 260 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. Buna maddelere göre savcı, şüpheli, sanık ve kanuna göre katılan sıfatını almış olanlarla, katılma isteği karara bağlanmamış, reddedilmiş ve fakat katılan sıfatını kazanacak derecede suçtan zarar görmüş bulunanlar, şüpheli ve sanığın müdafi, katılanın avukatı, şüpheli ve sanığın yasal temsilcisi ve eşi kanun yollarına başvurabilirler. Ceza Muhakemesi Kanunumuzun düzenlemesine baktığımızda kanun yollarına başvurma hakkı, yargılamanın konusunu oluşturan suçtan, ceza ilişkisinden ve bu ceza ilişkisine yönelik karardan hukuki menfaatleri etkilenenlere tanınmıştır.
CUMHURİYET SAVCISININ KANUN YOLLARINA BAŞVURMA HAKKI
Ceza muhakemesi süreci, suç haberinin alınmasıyla başlayan bir süreç olup iddianamenin mahkeme tarafından kabul edilmesi anına kadar genel anlamda Cumhuriyet savcısının kontrolü altındadır. İddianamenin kabul edilmesi anından sonra da yine savcının işlevi devam etmektedir. Bu anlamda Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 260.maddesinde kanun yollarına başvurma hakkına sahip olanlar arasında iddia makamı olan Cumhuriyet Savcısı da sayılmaktadır. Ancak kamu davasını açmada olduğu gibi, kanun yoluna başvurma konusunda mecburilik ilkesi söz konusu değildir.[2] Cumhuriyet savcısı, yaptığı değerlendirmelerle, verilen karara karşı kanun yollarına başvuru yapmayabilir.
Savcılık, muhakemenin bir süjesi olarak, sanığın rızası olmaksızın ve hatta itirazı olsa dahi sanık lehine kanun yoluna gidebilir. Örneğin savcılık, cezanın orantısız bir şekilde yüksek olduğu, suç ve eylemle orantılı bulunmadığı değerlendirmesi yaparsa, sanığın lehine kanun yoluna başvurabilir.
Kural olarak kararı veren mahkeme nezdindeki savcı, o mahkemenin kararına karşı kanun yoluna gidebilir fakat Cumhuriyet savcısına verilen kanun yoluna başvurma hakkı kanunumuzda daha da genişletilmiştir. CMK 260 maddesinin ikinci fıkrasında “Ağır ceza mahkemelerinde bulunan Cumhuriyet savcıları, ağır ceza mahkemesinin yargı çevresindeki asliye ceza mahkemelerinin; bölge adliye mahkemesinde bulunan Cumhuriyet savcıları, bölge adliye mahkemelerinin kararlarına karşı kanun yollarına başvurabilirler” denilerek savcılara görevli olmadıkları alt derecedeki mahkemenin kararını üst derece mahkemesinde denetimini sağlama imkânı vermiştir.
Cumhuriyet savcısı, CMK 260 maddesinin üçüncü fıkrası gereği sadece sanığın aleyhine değil, lehine de kanun yollarına başvurabilir. Bilindiği üzere ceza muhakemesinin maddi gerçeğe ulaşma amacı doğrultusunda, soruşturma safhasında Cumhuriyet savcısına şüphelinin hem aleyhine hem de lehine olan delilleri toplamak görevi verilmiştir. Bu yükümlülüğün kovuşturma aşamasındaki görünümlerinden biri de Cumhuriyet savcısının sanık lehine kanun yollarına başvurabilmesidir.
Cumhuriyet savcısının aynı sanık hakkında hem lehe hem de aleyhe kanun yoluna başvurup başvuramayacağı öğretide tartışma konusudur. Bazı yazarlar eğer sanık aynı kişi ise bu kişi hakkında savcı hem lehe hem de aleyhe kanun yoluna gidemez demektedir.[3] Bu yazarlar eğer birden fazla sanık var ise, bir sanığın lehine, diğer bir sanığın aleyhine kanun yoluna gidebileceği yönünde görüş ileri sürmektedirler. Bazı yazarlara göre ise, Cumhuriyet savcısı, aynı sanık yönünden hükmün bir bölümünü aleyhe, diğer bir bölümünü ise, lehe denetim yargılamasına taşıyabilir. Bu yazarlara göre; hükmün sanığın aleyhine ve lehine hukuka aykırılıklar içermesi mümkündür. Fakat aynı hukuka aykırılık nedenine dayanılarak, sanığın hem lehine hem de aleyhine olacak şekilde denetimine gidilemez. Verilen karardaki hukuka aykırılığın, sanığın lehine mi, yoksa aleyhine mi denetim muhakemesine taşındığı durumu belirli olmalıdır. Benim bu konudaki düşüncem ise birinci görüşteki yazarların öne sürdükleri gibi savcının aynı sanık hakkında hem lehe hem de aleyhe kanun yoluna başvuramayacağıdır. Çünkü ceza yargılaması sürecinde tez-anti tez karşılaştırması gereği ortaya çıkan sentez metaforu gereği sanığın lehine ve aleyhine deliller değerlendirilerek neticede ortaya bir hüküm konulacaktır. Bu hüküm tüm değerlendirmenin bir sonucudur ve nihayetinde sanığın ya lehine olacaktır ya da aleyhine olacaktır. Cumhuriyet savcısı ise bu “sentezi” kanun yoluna götürecektir.
Ceza Muhakemesi Kanunu 265 maddesinde belirtildiği üzere savcının sanığın aleyhine kanun yoluna gitmesi durumunda bir kapsam belirlenmiş ve bu durumda karar sanık lehine bozulabilir de değiştirilebilir de. Savcının sanığın lehine kanun yoluna başvurması durumunda ise verilen yeni hüküm önceki hükümde belirlenmiş olan cezadan daha ağır olamaz. Bu durum “aleyhe ağırlaştırma yasağı” gereğidir.
ŞÜPHELİ VE SANIĞIN KANUN YOLLARINA BAŞVURMA HAKKI
Soruşturma aşamasındaki suç şüphesi altında bulunan kişiye Şüpheli denmektedir. Bu aşamadan sonraki, yani Kovuşturma aşamasında şüpheli, sanık sıfatını alır. Şüpheli sıfatı henüz soruşturma aşamasında söz konusu olduğundan dolayı ancak bu aşamadaki tutuklama gibi itiraz kanun yoluna dâhil bazı koruma tedbirleri yönünden kanun yollarına başvurabilmektedir.
Koruma tedbirleri, niteliği itibariyle bireylerin temel hak ve özgürlüklerini doğrudan etkilediğinden, bu kararların yargısal denetimi önemlidir. Koruma tedbirlerinin amacı dikkate alındığında, söz konusu kararların denetiminin istinaf ya da temyiz aşamasında yapılması, hatalı verilen bir koruma tedbiri kararının, yaptırıma dönüşmesi sonucunda elde edilen delilin ilk derece mahkemesince hükme konu edilmesi gibi sorunlara yol açacağı tartışmasızdır. Kanun koyucu bu durumu dikkate alarak birçok koruma tedbiri kararının itiraz kanun yolu ile denetlenebilmesini öngörmüştür.
Bu aşamada tartışmalı bir konu bulunmaktadır. Şüpheli hakkında Kovuşturmaya Yer Olmadığı Kararı verildiği zaman, şüpheli bu kararın gerekçesine karşı itiraz yoluna gidebilecek midir? Mevzuatımızda itiraz yolunun kapalı ya da açık olduğuna ilişkin herhangi bir hüküm yer almamaktadır. Ancak Kovuşturmaya Yer Olmadığı Kararı’nın gerekçesine karşı itiraz edilebilmesi gerektiğini belirtmek gerekir. Çünkü yürütülen bir soruşturmada, bir kişi hakkında yanlış bir gerekçeyle, Kovuşturmaya Yer Olmadığı Kararı verildiği takdirde, şüphelinin bu karara itiraz hakkının olması gerekmektedir.
Kovuşturmaya Yer Olmadığı Kararı, şüpheliyi hukuksal olarak sorumluluk altına sokma durumu söz konusu ise, şüphelinin bu karara karşı itiraz edememesi şeklinde bu yolun kapatılması kişilerin mağduriyetine sebebiyet olacaktır.
Ceza Muhakemesi Hukuku kapsamında Sanık, kovuşturma evresinde hâkim ve mahkeme kararlarına karşı kanun yoluna başvurabilir. Bu, mahkeme tarafından verilen bir ara karara itiraz edilmesi şeklinde ortaya çıkabileceği gibi, yargılamanın sonunda verilen karara karşı kanun yoluna başvurma şeklinde de olabilir. Ancak sanık hakkında verilen beraat kararını kanun yoluna götürememekle beraber beraat kararının gerekçesini üst mahkemenin denetimine götürebilir. Yargıtay’ın 1976 tarihli bir kararı da bu yöndedir. Fakat bazı yazarlar gerekçenin de kanun yoluna götürülemeyeceğini belirtmektedirler, bu kararın bir bütün olduğunu ileri sürerek ayrılmayacağını ifade etmişlerdir.
KATILANIN KANUN YOLLARINA BAŞVURMA HAKKI
Mağdur, suçtan zarar gören gerçek ve tüzel kişiler ile malen sorumlu olanlar, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 237.maddesi gereği ilk derece mahkemesindeki kovuşturma evresinin her aşamasında hüküm verilinceye kadar şikâyetçi olduklarını bildirerek kamu davasına katılabilirler.
CMK’nun bahse konu 237.maddesinde katılma talebinin kabul edilebilmesi için öngörülmüş olan “suçtan zarar görme” koşulu, her somut olaya göre ayrıca hâkim tarafından değerlendirilmelidir. Suçtan zarar gören kişiler belirlenirken sanığa yüklenen ve cezalandırılması istenilen fiille haklı bir çıkarı zedelenen kişinin yargılamaya katılma isteği dikkate alınır. Bu yolla haklı çıkarı zedelenen ve mağdur olan kişilerin mağduriyetinin giderilmesi amaçlanmaktadır.
Öğretide üzerinde fikir birliğine ulaşılmış “suçtan zarar gören” kimse teriminin tanımı, bir suçun işlenmesi dolayısıyla, hakkı veya yararı zarar gören ya da tehlikeye uğrayan kişiyi ifade etmektedir.
Yargıtay kararları ve öğretiye göre, suçtan zarar görme koşulu değerlendirilirken, katılma talebinde bulunanın suçtan doğrudan doğruya zarar görmüş olması aranacaktır. Buna göre korunan hukuki yararın doğrudan ihlal edilmiş olması gerektiğini, suçun işlenmesinden “dolaylı olarak zarar gören” kişilerin katılma taleplerinin reddedilmesi gerektiğini belirtmek gerekmektedir.
Bu bilgiler ışığında şikâyetçi üzerinde doğrudan doğruya gerçek bir zarar oluşturmadığı durumlarda katılma talebi reddedilmelidir. Suçun konusunun, niteliği itibariyle kişinin hukuki durumu üzerinde sübjektif bir değişiklik yaratmaya elverişli olduğu katılma talebi kabul edilmelidir.
Davaya katılma, bir gerçek veya tüzel kişinin ancak “hukuki menfaatinin doğrudan zarara uğraması halinde” ceza kovuşturmasında yer alabileceğine temas etmektedir. Katılma talebi ilk derece mahkemesinde karar verilebilir. Yani kanun yolu yargılaması sürecinde katılma talebinde bulunulamaz. Bu durum Ceza Muhakemesi Kanununu 237.maddesinin ikinci fıkrasında belirtilmiştir. Katılanın en önemli haklarından biri de kanun yollarına başvurma hakkıdır. Ceza Muhakemesi Kanununu 237.maddesi gereği yargılamanın kolektif olması hususuna katkı sağlayan katılan, Cumhuriyet savcısına bağlı olmadan kanun yollarına başvuru yapabilir. Fakat katılanın kanun yoluna başvurusu sonucunda eğer karar bozulursa Cumhuriyet savcısı katılanın talebi olmadan sürecin yeniden takibini yapabilir.
KATILMA İSTEĞİ KARARA BAĞLANMAMIŞ, REDDEDİLMİŞ VEYA KATILAN SIFATINI KAZANACAK DERECEDE SUÇTAN ZARAR GÖRMÜŞ OLANLARIN KANUN YOLLARINA BAŞVURMA HAKKI
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 260.maddesinin birinci fıkrası gereği “Katılma isteği karara bağlanmamış, reddedilmiş” olan kişilere de kanun yollarına başvuru hakkı imkânı tanınmıştır.
Kişinin katılma talebi olduğu halde, bu talebin herhangi bir nedenle karara bağlanmaması ya da reddedilmesi, verilen kararlara karşı kanun yoluna başvurma imkânını ortadan kaldırır. İşte kanun koyucu, bu halde bulunan kimselerin, kanun yoluna başvurabilmesine yasal olanak tanımıştır. Ancak böyle durumlarda, kanun yoluna başvuracak kişilerin katılan sıfatını alabilecek surette suçtan zarar görmüş olması aranmalıdır.
Bazı yazarlar müdahil sıfatını almamış olan kişilere kanun yollarına başvurma hakkı sıfatını almayan kişinin, yargılama hukukunun sağladığı hakları kullanamayacağını ve bu hakkın verilmemesi gerektiğini, çünkü yargılama hukukunun taraf ve süje kavramı üzerine kurulduğunu belirtmektedirler.
Yargıtay’ımız, yeni kanun yürürlüğe girmeden önce katılma konusunda olumlu ya da olumsuz karar verilmediği için bozma kararları vermiştir. Katılma hakkında olumlu ya da olumsuz bir karar verilmesi gerektiğini ve bu doğrultuda kişi katılan sıfatını almışsa kanun yoluna başvurabileceğini belirtmiştir. Bu dönemde katılma isteği reddedilen kimseler önce verilen kararı kanun yoluna götürmekteydiler, bu istekleri reddedildiğinde ise verilen ret kararını kanun yoluna taşımaktaydılar. Yeni ceza muhakemesi kanununun 260.maddesine “katılma talebi reddedilen” kişilere de kanun yoluna başvurma hakkının tanınmasıyla artık bu konudaki uzun süreç netleşmiş ve makul hale gelmiştir.
Ceza Muhakemesi Kanunu 237.maddesi ikinci fıkrası gereği ilk derece mahkemesinde ileri sürülüp reddolunan veya karara bağlanmayan katılma istekleri, kanun yolu başvurusunda açıkça belirtilmişse incelenip karara bağlanır hükmü yer almaktadır.
Gerçek veya tüzel kişinin katılan sıfatını alabilecek düzeyde suçtan zarar görmüş olduğu halde katılma talebinde bulunmamış olması da önemli bir husustur.
Yargıtay’ın bir kararında ““Katılanın müdürü olduğu ve 5015 sayılı Kanun hükümlerine göre Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu görevlilerince mühürlenen fabrikaya mühür kırmak suretiyle giren ve oradan hırsızlığa teşebbüs eden sanığın mühür kırma eylemine ilişkin olarak açılan kamu davasında CMK.’nun 234/1. maddesi uyarınca Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunun suçtan zarar gören olarak
davadan haberdar edilmesi gerektiği konusunda tereddüt bulunmamaktadır. Bu gerekliliğin hüküm verilinceye kadar yerine getirilmemiş olması durumunda ise CMK.’nun 260. maddesi uyarınca kanun yollarına başvurma hakkı bulunan ve katılan sıfatını alabilecek şekilde suçtan zarar gören sıfatı taşıyan Enerji Piyasası Düzenleme Kurumuna gerekçeli kararın tebliğ edilmesi gerekmektedir. Somut olayda suçtan zarar gören kuruma her iki kanuni imkân da tanınmadığına göre, suçtan zarar görenin kanundan kaynaklanan haklarının korunması bakımından Özel Dairece öncelikle tevdi kararı verilmek suretiyle, gerekçeli kararın Enerji Piyasası Düzenleme Kurumuna tebliğinin sağlanması, kararın bu kurum tarafından temyiz edilmemesi durumunda temyiz davasının sadece sanık temyiziyle sınırlı olarak sonuçlandırılması ve sanığın “aleyhe bozma yasağından” yararlandırılması; temyiz edilmesi durumunda ise ek tebliğname düzenlenmesi sağlandıktan sonra bu istemin sanık temyizi ile birlikte incelenerek temyiz davasının sonuçlandırılması gerekmektedir. Esasen, hüküm verilinceye kadar davadan haberdar edilmesi gereken ve temyiz aşamasına kadar bu hakkı kullandırılmayan suçtan zarar görenin haklarını korumanın başka bir yolu da bulunmamaktadır.”[4] Şeklinde hüküm kurulmuştur.
AVUKATIN KANUN YOLLARINA BAŞVURMA HAKKI
Avukat, CMK’nun 261.maddesi gereği müdafiliğini ya da vekilliğini yaptığı kişilerin açık arzusuna aykırı olmamak kaydıyla kanun yollarına başvurabilir. Kanun burada avukatın değil temsil ettiği kişinin iradesini öne çıkartmıştır. Avukat, mesleğinin özelliği gereği temsil ettiği kişinin lehine kanun yoluna başvurabilir.[5]
Kanunumuzda şüpheli veya sanığın çocuk, kendisini savunamayacak derecede malul veya sağır ve dilsiz olması sebebiyle atanan zorunlu müdafiin, kanun yoluna başvurma ya da kanun yolundan vazgeçme konusunda, şüpheli veya sanık ile iradesi çelişirse, müdafiin iradesi geçerli sayılır denmektedir. Şunu söylemeliyim ki, bu hallerde de şüpheli veya sanığa zorunlu müdafi atanabilmesi, yasal temsilcilerinin, bir avukat görevlendirmemiş olmasına bağlıdır. Bu durum, ceza muhakemesi kanunu gereğince müdafi ve vekillerin görevlendirilmeleri ile yapılacak ödemelerin usul ve esaslarına ilişkin yönetmelikte belirtilmiştir.[6] Yönetmeliğin 5.maddesinin ikinci fıkrasında şöyle denilmektedir: “Şüpheli veya sanık; çocuk, kendisini savunamayacak derecede malûl veya sağır ve dilsiz ise ya da hakkında alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren bir suçtan dolayı soruşturma ya da kovuşturma yapılıyorsa istemi aranmaksızın barodan bir müdafi görevlendirmesi istenir. Ancak bunun için şüpheli veya sanığın müdafiinin olmaması şarttır.”
Müdafinin kanun yoluna başvurabilmesi için ister zorunlu isterse de isteğe bağlı olsun, başvuru sırasında müdafilik görevinin devam ediyor olması gerekir. Kanun yoluna başvurulduktan sonra müdafinin azil, çekilme gibi herhangi bir sebeple görevden ayrılması, yapılan başvuruyu etkilemez.[7]
Avukatın, müdafi ya da vekil sıfatını kazanıp kazanmadığı, kanun yoluna başvurduğu sırada bu sıfata sahip olup olmadığı önemlidir. Zaten, kanun yoluna başvurulduğu anda, avukatın, sanığın müdafi ya da mağdurun vekili sıfatını taşıdığı söz konusu değilse ortada geçerli bir başvuru da yoktur. Yargıtay, hükmü temyiz eden bir avukatın müdafi sıfatını taşıyıp taşımadığını değerlendirdiği bir kararında; “Müdafiin görevinin sona ermesi müdafiin seçilmiş veya atanmış müdafi olup olmadığına: seçilmiş müdafiin varsa vekâletnamesindeki özel şartlara ve işin mahiyetine göre farklılıklar arz etmektedir. Ancak genel olarak; müdafilik görevinin savunma görevi bittiğinde sona ereceğini söylemek mümkündür. Bunun dışında birtakım kanuni nedenlerden ötürü veya hukuksal işlemler sonucunda da müdafiin görevi sona erebilir. Yapılan kanun değişikliği veya sanığın on sekiz yaşını doldurmuş olması gibi sonradan ortaya çıkan haller sebebiyle sanığa müdafi atanma zorunluluğu ortadan kalkabilir. Ancak bu durum müdafi atanma zorunluluğu bulunan dönemde sanığın kendi seçtiği veya baro tarafından görevlendirilmiş olan müdafiin görevinin sona erdiği anlamına gelmez. Bu halde, müdafi atanma zorunluluğunun ortadan kalktığı andan itibaren bu müdafiin zorunlu müdafi değil, ihtiyari müdafi statüsünde olduğunu kabul etmek gerekir. Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde gerek soruşturma ve gerekse kovuşturma makamlarınca sanığa barodan müdafi görevlendirilmesinin talep edilmemesi ve dosya içerisinde görevlendirme yazısının da bulunmaması karşısında, hükmü temyiz eden avukatın, 5560 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 19.12.2006 tarihine kadar sanığın kendi seçtiği zorunlu, bu tarihten sonra ise kendi seçtiği ihtiyari statüde müdafi olduğu anlaşılmaktadır. Sanığın isteminin ve baro tarafından yapılan bir görevlendirmenin bulunmaması sebebiyle mahkemece müdafi ücreti takdir edilmesi de sanığın kendi seçtiği müdafi atanmış müdafi haline getirmeyecektir. Sanığın 17.7.2007 tarihli celsede sorgusuna başlamadan önce hakları hatırlatıldığında müdafi istemediğini beyan etmesi sebebiyle artık statüsü ihtiyari olan müdafiin görevinin sona erdiği düşünülebilir ise de; sanığın müdafiyle savunulmaktan vazgeçmediği, maksadının müdafiinin hazır bulunduğu oturum tamamlanıp duruşmanın başka bir güne bırakılmasına karar verildikten sonra “bu sırada başka suçtan tutuklu sanık cezaevinden getirildi” denilmek suretiyle müdafi bulunmadan yeni celse açan mahkemenin salt müdafiin hazır bulunmaması sebebiyle duruşmayı ertelemesini önlemek ve başka bir müdafi görevlendirilmesini de istemediğini beyan etmek olduğu görülmektedir. Nitekim sanık sorgusunun ilk cümlesinde müdafiinin olduğu bilinciyle “Ben avukatım olmadan savunma yapacağım” demiş, yerel mahkemece de durum bu şekilde anlaşılmış ve “sanık ve müdafiinin yokluğunda” denilmek suretiyle hüküm kurulup gerekçeli karar müdafiye tebliğ edilmiştir. Bu itibarla; hükmü temyiz eden avukatın müdafi sıfatını kazandığı ve hükmü temyiz ettiği tarihte de bu sıfatını koruduğundan, temyize hak ve yetkisinin bulunduğu kabul edilmelidir”[8] şeklinde hüküm kurmuştur.
YASAL TEMSİLCİNİN VE EŞİN KANUN YOLLARINA BAŞVURMA HAKKI
Şüpheli veya sanığın yasal temsilcisi veya eşi, şüpheli veya sanığa başvuru hakkı açık olan kanun yollarına, süresi içinde kendiliğinden başvurabilir. Şüphelinin veya sanığın başvurusuna ilişkin hükümler, bu kimselerin yasal temsilcileri ve eşi tarafından yapılacak başvuru ve onu izleyen işlemler için de geçerlidir. Yani şüpheli ve sanığın kanun yollarına başvurma usulü ve hakkı neyse yasal temsilci ve eşi için de geçerlidir.
Yasal temsilcinin kanun yoluna başvurma konusundaki iradesi, temsil ettiği kişi eğer ayırt etme gücüne sahip değilse öne çıkmaktadır. Çünkü Türk Medeni Kanunu, 14.maddesinde ayırt etme gücü bulunmayanların fiil ehliyetini kabul etmemiştir. TMK’nun 13.maddesi gereğince, yaş küçüklüğü veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk ya da bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmayan herkes ayırt etme gücüne sahiptir. Yine aynı kanunun 16.maddesi uyarınca ayırt etme gücüne sahip küçükler ve kısıtlıların rızası, kişiye sıkı sıkıya bağlı hakların kullanılmasında geçerli olup, artık yasal temsilcilerinin rızası gerekli değildir.
Medeni Kanun’da ayırt etme gücü bakımından asgari bir yaş sınırı gösterilmemiş olup yine TCK. ve CMK’da da usul işlemlerinin yapılması ve geçerliliği yönünden belirli bir yaş sınırı kabul edilmemiştir. Yargıtay Ceza Genel Kurulu bir kararında, yaş küçüklüğüne ilişkin TCK ’daki bazı düzenlemelerden hareketle; “bu konuda uygulamada oluşan tereddütlerin giderilip yeknesak bir uygulamanın sağlanabilmesi için, herhangi bir malullüğü bulunmayan çocukların mağdur oldukları suçlara ilişkin olarak suç ayrımı yapılmaksızın, beyanda bulundukları tarihte 15 yaşından küçük olmaları halinde ceza muhakemesinde davaya katılma bakımından ayırt etme gücüne sahip olmadıkları, 15 yaşından büyük olmaları halinde ise bu yeteneğe sahip oldukları kabul edilmelidir”[9] diyerek konu hakkında çözüm yolu ortaya koymuştur. Bu çözüm yolu benimsendiğinde, kanun yoluna başvurma hakkı yönünden de aynı sonuca ulaşılabilir. Yani onbeş yaşından küçük sanık ya da katılanın kanun yoluna başvurma konusundaki iradesine sonuç bağlanmayıp, bu hususta yasal temsilcinin iradesi geçerli kabul edilebilir.
Bu hususta diğer bir tartışmalı konu da kanun yollarına başvuruda yasal temsilcinin mi yoksa zorunlu müdafi/vekilin mi iradesinin üstün tutulacağı meselesidir. Sanık ya da katılan ayırt etme gücüne sahipse, onun bu konudaki iradesine üstünlük tanınmalıdır. Sanık ya da katılanın ayırt etme gücüne sahip olmadığı kabul ediliyorsa, örneğin Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun benimsediği çözüm yoluna göre, sanık ya da katılan onbeş yaşından küçükse, ne şekilde hareket edilecektir?
Türk Medeni Kanunu, 342.maddesinin ilk fıkrası gereği ana ve babayı, velâyetleri çerçevesinde üçüncü kişilere karşı çocuklarının yasal temsilcisi olarak kabul etmiştir. TMK.’nun 426’ncı maddesi uyarınca, bir işte yasal temsilcinin menfaati ile küçüğün veya kısıtlının menfaati çatışıyorsa yahut yasal temsilcinin görevini yerine getirmesine bir engel varsa vesayet makamı, ilgilisinin isteği üzerine veya re’sen temsil kayyımı atar. Böylelikle, bir kimsenin “yasal temsilcisi”, velayet hakkı sahibi “anne ve baba” yahut vesayet makamı tarafından atanan “kayyım” olabilir.
Anne-babanın kişilik haklarının bir parçası olan velâyet hakkı, başkasına devredilemediği gibi bu haktan feragat da edilemez. Kanuni bir neden olmadıkça kaldırılamayan ve kısıtlanamayan velâyet hakkı, sadece anne ve babaya, çocuk evlat edinilmiş ise evlat edinene tanınmıştır. Ancak bu hak da mutlak ve sınırsız olmayıp, sınırını “çocuğun yararı” ilkesi oluşturmaktadır.[10]
Ayırt etme gücüne sahip olmayan küçük ve kısıtlılar bakımından, yasal temsilcinin iradesi kişinin kendi iradesi gibi kabul edilip geçerli olduğundan, kanun yoluna başvurma konusunda, vekilin değil, yasal temsilcinin iradesine üstünlük tanınması gerekir. Bununla birlikte, yasal temsilcinin velayet yetkisini kötüye kullanarak çocuğun yararına hareket etmediği, çocuk ile aralarında bir menfaat çatışması olduğu hallerde, Türk Medeni Kanunu’na göre atanacak kayyımın iradesine üstünlük tanınmalıdır.
Yargıtay Ceza Kurulu, 02.12.2014 tarih ve 2014/3-28 E., 2014/537 K. sayılı içtihadında, davaya katılma ve kanun yoluna başvurma konusunda, küçüğün vekiline değil, yasal temsilcinin bu konudaki iradesine üstünlük tanımıştır:
“Şüpheli ve sanıklar bakımından müdafiinin, ayrıca bir karara ihtiyaç kalmaksızın kanun yoluna müracaat edilebilmesi mümkündür. Buna karşın mağdur vekilinin mağdur adına kanun yoluna müracaat edebilmesi ancak mağdurun katılan sıfatı almasına bağlıdır. Bunun yanında kanun, mağdur vekiline doğrudan küçük adına davaya katılma talep etme yetkisi vermemektedir. CMK’nun 261.maddesinde avukatın, müdafiliğini veya vekilliğini üstlendiği kişilerin açık arzusuna aykırı olmamak şartıyla kanun yollarına başvurabileceği belirtilmektedir. Maddede belirtilen avukat tabirine baro tarafından mağdurlara görevlendirilen avukatlar da dâhildir. Bu düzenlemede kanun yollarına başvurusu yetkisi açısından ele alındığı üzere, kanuni temsilci asil gibi olup, vekilin yetkileri asilden fazla olamayacaktır. Bu nedenlerle, katılma konusunda ayırt etme gücü olmayan mağdur küçük veya malulün kanuni temsilcisi ile CMK’nun 234/2. maddesi ile görevlendirilen vekilin iradelerinin çelişmesi halinde kanuni temsilcinin iradesine üstünlük tanınmalıdır. Diğer taraftan, davaya katılma mağduru hukuken yükümlülük altına sokan bir işlem olmayıp mağdurun haklarının korunması açısından yararınadır. Dolayısıyla çocuğun kanuni temsilcisinin açık biçimde temsil görevini kötüye kullanarak, çocuğun mağdur olduğu bir suçtan açılan kamu davasına katılmaması halinde Çocuk Koruma Kanunu ve Medeni Kanun hükümleri uyarınca gerekli koruyucu tedbirlerin alınması mümkündür. Mağdurun kanuni temsilcisinin, mağdura karşı işlenen suçun sanıklarından birisi olması veya sanıkla arasında akrabalık ilişkisi bulunması gibi kanuni temsilcinin menfaati ile küçüğün veya kısıtlının menfaatinin çatışması durumlarında ise Medenin Kanunun 426/2. maddesi uyarınca işlem yapılmalı ve kayyım atanması sağlanmak suretiyle, kayyımın iradesine üstünlük tanınarak mağdurun davaya katılıp katılmayacağı sorunu çözümlenmelidir. Tüm bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde; Mağdurenin kanuni temsilcisi ile mağdure için 5271 sayılı CMK’nun 234/2. maddesi uyarınca görevlendirilen vekilin iradelerinin çelişmesi halinde, kanuni temsilcinin iradesine üstünlük tanınması gerektiğinden, somut olayda 15 yaşından küçük olması nedeniyle ayırt etme gücü bulunmayan yaşı küçük mağdurenin, kanuni temsilcisi olan annesinin sanıktan şikâyetçi olmadığını ve kamu davasına katılmak istemediğini beyan etmiş olması karşısında, mağdureye 5271 sayılı CMK’nun 234/2. maddesi uyarınca mahkemenin talebi üzerine baro tarafından görevlendirilen vekilin mağdure adına davaya katılmayı isteme hakkı olmadığı gibi mağdurenin katılan sıfatını almamış olması nedeniyle hükmü temyiz yetkisi de bulunmamaktadır. Nitekim Ceza Genel kurulunun 20.05.2014 gün ve 287-273 sayılı kararında da aynı sonuca ulaşılmıştır. Bu nedenle; yaşı küçük mağdure için baro tarafından görevlendirilen vekilin temyiz isteminin yerel mahkemece, hükmü temyize yetkisi bulunmadığından bahisle reddine karar verilmesi usul ve kanuna uygundur.”
TUTUKLUNUN KANUN YOLLARINA BAŞVURMA HAKKI
Gerek soruşturma aşamasında sulh ceza hâkiminin gerekse kovuşturma aşamasında hâkim veya mahkemenin verdiği tutuklama kararına karşı şüpheli veya sanık kanun yollarına başvurma hakkına sahiptir. Bu başvuruyu tutuklu bulunan şahıs CMK’nun 263.maddesinin birinci fıkrası gereğince zabıt kâtibine veya tutuklu bulunduğu ceza infaz kurumu ve tutukevi müdürüne beyanla veya dilekçe ile bizzat yapabileceği gibi vekâletnamesinde bu anlamda özel bir yetkiye gerek olmadan müdafii aracılığıyla da yapabilir.[11]
Zabıt kâtibine başvuru hâlinde, CMK’nun 263.maddesinin ikinci fıkrasına istinaden kanun yollarına başvuru beyanı veya dilekçesi ilgili deftere kaydedildikten sonra bu hususları belirten bir tutanak düzenlenerek tutuklu bulunan şüpheli veya sanığa bir örneği verilir.
Ceza Muhakemesi Kanunu 263.madde üçüncü fıkrası gereği kurum müdürüne başvuru hâlinde ise ikinci fıkra hükmüne göre işlem yapılarak, tutanak ve dilekçe derhâl ilgili mahkemeye gönderilir. Zabıt kâtibi başvuruyu ilgili deftere kaydeder.
Zabıt kâtibi veya kurum müdürü tarafından ikinci fıkra hükmüne göre işlem yapıldığı zaman, aynı maddenin dördüncü fıkrası gereği kanun yolları için bu Kanunda belirlenen süreler kesilmiş sayılır. Bu itibarla, tutuklunun kanun yoluna başvurma tarihi olarak, zabıt kâtibi ya da kurum müdürünün, tutuklunun kanun yoluna başvurma talebini içeren tutanağı tuttuğu tarihin esas alınması gerekecektir.
KANUN YOLUNUN BELİRLENMESİNDE YANILMA
Kanun yoluna başvurmaya hakkına sahip olan kişi, kanun yoluna başvururken, başvurulacak mercide ya da kanun yolunun türünde yanılabilir. Yapılan kanun yolu başvurusunda kanun yolu türünün veya merciin yanlış olması kanun yoluna başvuru yapanın haklarını ortadan kaldırmaz. Böyle bir durumda başvurunun yapıldığı merci, CMK’nun 264.maddesi gereği başvuruyu hemen görevli ve yetkili makama gönderir.[12]
Kanun yolunun belirlenmesinde yanılma üç şekilde meydana gelebilir. Bunlardan ilki kanun yolu türünde yanılma, ikincisi mercide yanılma, üçüncüsü de her ikisinde de yanılma olabilir. Bu üç yanılma türünden hangi durum olursa olsun fark etmez, başvuran kişinin haklarına halel gelmez ve bu hakkı korunur.
Ceza Muhakemesi Kanununda yanılgıya düşecek kişilerin kimler olabileceği belirtilmemiştir. Yani tüm başvuru hakkı sahiplerini kapsamaktadır. Acaba Cumhuriyet savcıları da kanun yolu başvurusunda yanılgıya düştüklerinde ilgili maddeden yararlanabilecekler midir? Esasen maddede kişi ya da merciler arasında bir ayrım bulunmadığından, cumhuriyet savcılarının kanun yolunda yanılması halinde de 264’üncü madde hükmünün uygulanması gerekir. Zira cumhuriyet savcıları sadece sanık aleyhine değil, sanık lehine de kanun yoluna başvurmaya yetkili olduklarından, savcıların kanun yolunda yanılabileceği ve ceza muhakemesinde kanun yolu denetiminin amacı gereğince de savcının yanılgısı halinde kanun yolu imkânının kapatılmaması gerekmektedir.[13]
Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 05.02.2008 tarih ve 266/13 sayılı kararında, “Yasa yolunun, 5271 sayılı CMK’nun 34 /son maddesi kapsamında temyiz olduğunu bildirecek yerde yanılgı sonucu, `itiraz olarak` mahkemece belirtilmesi sonrasında yerel C. savcısının itiraz yasa yoluna başvurması üzerine başvuru mercii olan Erciş Ağır Ceza Mahkemesinin isabetli şekilde konunun temyize tabi olduğunu belirterek dosyayı Yargıtay’a sunması karşısında, 5271 sayılı CMK’nun 264/1. maddesi hükmünce vaki yanılgının yasa yolu incelemesini değiştirmeyeceği gerçeğine işaretle incelemenin Yargıtay 7. Ceza Dairesince yapılması zarureti vardır. Mahkemece, yasa yolunun hatalı şekilde `itiraz` olarak yazılması hali olmasa da C. savcısının veya bir başka hak sahibi süjenin yasa yolundaki yanılgısı merciince doğru yasa yolu istikametinde yorumlanmak ve hangi yasa yoluna tabi ise o mercie gönderilerek incelemenin yapılmasını sağlatmak gerekmektedir. Esasen süreklilik kazanan uygulamalar da bu doğrultudadır. Bu nedenledir ki, Yargıtay C. Başsavcılığının, haklı nedenlere dayalı itirazının kabulüne, Özel Dairenin kararının kaldırılmasına ve yerel mahkeme hükmünün tabi olduğu yasa yolunun `temyiz` olduğu gözetilerek yerel C. savcısının `itiraz` başlığıyla yaptığı başvurusunu `temyiz` sayarak incelemeyi yapmak üzere dosyayı Özel Dairesine göndermeye karar vermek gerekmektedir” şeklindeki içtihadıyla, savcıların kanun yolunda yanılmalarının, kanun yolu hakkını ortadan kaldırmayacağına hükmetmiştir.
BAŞVURUDAN VAZGEÇİLMESİ VE ETKİSİ
Kanun yoluna başvuru yapan kişi çeşitli sebeplerle başvurusundan vazgeçebilir. Başvuruyu yaptıktan daha sonra bundan vazgeçerse, bu vazgeçme durumu, mercii tarafından karar verilinceye kadar geçerlidir. Ancak, belirtilen durumun bir istisnası olarak CMK’nun 266.maddesinin ilk fıkrası gereği Cumhuriyet savcısı tarafından sanık lehine yapılan başvurudan onun rızası olmaksızın vazgeçilemeyecektir. Yargıtay’a göre; “Olağan kanun yollarından temyize dair olarak Cumhuriyet savcısının sanık lehine yaptığı temyiz başvurusundan onun rızası olmadan vazgeçemeyeceği kuralının gerekçesi, kendisi de hükmü temyiz etme hak ve yetkisine sahip olan, ancak Cumhuriyet savcısının başvurusuna güvenerek kanun yoluna başvurmayan sanığın bu güveni sebebiyle zarar görmemesidir. Çünkü sanık, Cumhuriyet savcısının başvurusuna güvenerek temyiz başvurusunda bulunmamış, bu sebeple kanuni başvuru süresini geçirmiş olabilir. Onun onayı bulunmaksızın Cumhuriyet savcısının temyiz başvurusunu geri almasının kabul edilmesi halinde, başvuru süresini geçirmiş olan sanığın bundan zarar göreceği bir gerçektir.”[14]
Cumhuriyet savcısı tarafından sanık lehine, olağan kanun yoluna başvurulabileceği gibi, CMK.’da olağanüstü bir kanun yolu olarak öngörülen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının itiraz yetkisinin de sanık lehine olarak kullanılması mümkündür. Zaten Ceza Muhakenesi Kanunu 308.maddesi gereği, itiraz yetkisinin kullanılması bakımından süre şartı aranmışken, sanığın lehine itirazda süre aranmayacağı öngörülmüştür. Ancak bazı yazarlara göre Cumhuriyet savcısı tarafından sanık lehine yapılan başvurudan onun rızası olmaksızın vazgeçilememesi kuralının, olağan üstü bir kanun yolu olan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının itiraz yetkisini kullandığı hallerde uygulanması mümkün değildir. Çünkü bu durumlarda kanun yoluna başvurma yetkisi sadece Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısına verilmiş, itirazda olduğu gibi diğer kimselere böyle bir yetki tanınmamıştır. Bununla beraber Ceza Genel Kurulu da “Bu kuralın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının itirazında da uygulanması gerektiğinin kabulü mümkün değildir. Zira olağanüstü kanun yollarından biri olarak kabul edilen itiraza başvurma yetkisi sadece Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısına tanınmış olup, Başsavcı dışındaki tarafların bu kanun yoluna başvurma imkânı bulunmamaktadır. Dolayısıyla Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının kanunen tek başına kullanmaya yetkili kılındığı bu kanun yolundan vazgeçmesi noktasında ister aleyhe, isterse lehe itiraz olsun herhangi bir tarafın onayına gerek olmaksızın vazgeçebileceğinin kabulü gerekmektedir. Aksi takdirde yalnızca temyiz kanun yolunda Cumhuriyet savcısının sanık lehine yaptığı başvuru için kabul edilen ve olağan kanun yolu için kabul edilmiş olan bu istisnai düzenlemenin kanun koyucunun amacına aykırı şekilde genişletilmesi söz konusu olacaktır”[15] şeklindeki değerlendirmesiyle, bu kuralın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının itiraz yetkisini kullandığı durumlar söz konusu olduğunda uygulanamayacağını belirtilmiştir.
Müdafi veya vekil sıfatını almış olan avukatın kanun yolu başvurusundan vazgeçebilmesi CMK’nun 266.maddesinin ikinci fıkrası gereği vekâletnamede bu konuyla ilgili özel olarak yetki almış olması koşuluna bağlıdır. Eğer avukat vekâletnamesinde bu yetkiyi özel olarak almamışsa tek başına kendi iradesiyle kanun yoluna başvurudan vazgeçemeyecektir.
Ceza Muhakemesi Kanununun 150.maddesinin ikinci fıkrası gereğince, şüpheli veya sanığın çocuk ya da kendisini savunamayacak derecede malul veya sağır ve dilsiz olması sebebiyle kendisine müdafi atanan şüpheli veya sanıklar yararına kanun yoluna başvurulduğunda veya başvurulan kanun yolundan vazgeçildiğinde, şüpheli veya sanık iradesi çelişirse CMK’nun 266.maddesinin üçüncü fıkrası esas alınarak müdafiin iradesi geçerli sayılır. Ancak ihtiyari müdafilik söz konusu olduğu durumlarda yani şüpheli veya sanık müdafii kendi seçmiş ise ya da CMK’nun 150.maddesi gereğince atanmış bir müdafiden söz edilemiyorsa sanığın iradesine üstünlük tanınmalı onun kanun yolundan vazgeçmesi durumuna ayrıca hukuki sonuç bağlanmalıdır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu da, 03.12.2013 tarih ve 520/582 tarihli kararında; “ceza miktarı yönünden resen temyize tâbi olmayan yerel mahkeme direnme hükmünün sanık müdafii tarafından süresinde temyiz edilmesinden sonra sanığın 23.10.2013 tarihli dilekçesi ile “… Yargıtay’da onama bekleyen dosyamın da içtima kararına girebilmesi için dosyamdan aldığım cezamdan da razı olduğum için dosyamın onaylanarak kaldığım ceza infaz kurumuna gönderilmesini” talep ettiği, sanığın dilekçede açıkça hükmolunan cezaya razı olunduğunu belirtilmiş olması karşısında bu talebinin temyizden vazgeçme niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır. 5271 sayılı CMK.’nun 266/3. maddesindeki müdafiinin iradesine üstünlük tanınması gerektiğine ilişkin istisna hali de söz konusu olmadığından sanığın temyizden vazgeçmesi geçerlidir. Bu itibarla, açılmış temyiz davasından vazgeçilmesi nedeniyle dosyanın incelenmeksizin mahalline iadesine karar verilmelidir”[16] şeklinde hüküm kurmuştur.[17]
Kanun yoluna başvurma hakkından feragat etmek açısından da aynı şekilde sonuca varılması gerekir. Henüz kanun yoluna başvurma süresi dolmadan, CMK’nun 150.maddesinin ikinci fıkrasındaki zorunlu müdafilik durumları dışında, sanık tarafından kanun yoluna başvurma hakkından feragat edilip, süresi içinde müdafi tarafından kanun yoluna başvurulduğu durumlarda, sanığın bu haktan feragat ettiğinde buna olanak tanınmalıdır.
Bilgi almak için lütfen iletişime geçiniz;
Adres: Cevizli Mah. Bayraktar Sk. No:1-3 Kartal/İstanbul (Anadolu Adliyesi B Blok Açık Otopark Karşısı, Kartal Nursanlar 4 Plaza)
Telefon: 0532685 96 41
WhatsApp Mesaj:0507545 01 36
E-Posta: info@alberahukuk.com
KAYNAKÇA
Ünver, Yener / Hakeri, Hakan, Ceza Muhakemesi Hukuku, 16.Baskı Ankara 2019
Erdener YURTCAN, Ceza Yargılaması Hukuku, 11. Baskı, Vedat Kitapçılık, Ġstanbul-2005.
Yenidünya, Ahmet Caner / İçer, Zafer, Ceza Muhakemesi Hukuku, 1. Baskı, Adalet Yayınevi, 2016
İçel Kayıhan, Evik A. Hakan, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 2. Kitap, 4. Baskı, Beta Yayıncılık
Lexpera İçtihat Programı
Prof. Dr. A.Caner Yenidünya, Ceza Muhakemesinde Kanun Yolları / Genel Esaslar, caneryenidunya.com.
Av. Murat Sadak, Mağdurun Kanun Yollarına Başvuru Hakkı, Türkiye Adalet Akademisi Dergisi (TAAD), Nisan 2010, Sayı: 1
Süleyman Emre Özdemir, İstanbul, 2015, Yargıtay Kararları Işığında İtiraz Kanun Yolu, Yüksek Lisans Tezi
Dr. Ali Tanju SARIGÜL, Ceza Muhakemesi Hukukunda İSTİNAF, 3. Baskı, Türkiye Barolar Birliği Yayınları: 332
Yrd. Doç. Dr. Gülsün Ayhan / Aygörmez Uğurlubay, Güncel Tartışmalar ve Gelişmeler Işığında Türk Ceza Muhakemesi Hukukunda İtiraz. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 16, Özel Sayı 2014, s. 3999-4044 (Basım Yılı: 2015)
Dr. Suat Çalışkan, Kanun Yoluna Başvurudan Vazgeçilmesinin Hukuki Sonuçları, hukukihaber.net
Prof. Dr. Ersan Şen Suça Sürüklenen Çocuğun Kanun Yollarına Başvurması, hukukihaber.net
DİPNOTLAR
[1]Ünver- Hakeri, Ceza Muhakemesi Hukuku, s. 719.
[2] Yenisey-Nuhoğlu, Ceza Muhakemesi Hukuku, s.866.
[3] Eryılmaz,s.672; Ünver-Hakeri,s.817, 818.
[4] Yarg. CGK., 23.09.2014, 2014/13-113, 2014/399.
[5] Yenisey-Nuhoğlu, Ceza Muhakemesi Hukuku, s.863; Ünver-Hakeri, Ceza Muhakemesi Hukuku, s.816.
[6] RG. Tarihi: 02.03.2007, RG. Sayısı: 26450.
[7] Yenisey-Nuhoğlu, Ceza Muhakemesi Hukuku, s.863, 864.
[8] Yarg. CGK. 08.10.2013, 2013/11-258, 2013/415.
[9] Yarg. CGK., 02.12.2014, 2014/3-28, 2014/537.
[10]Bkz. Yarg. CGK., 02.12.2014, 2014/3-28, 2014/537.
[11] Ünver- Hakeri, Ceza Muhakemesi Hukuku, s. 730.
[12] “Hükümlü hakkında 13.10.2009 tarih 233-406 sayılı karar ile hırsızlık ve işyeri dokunulmazlığını bozma suçlarından verilen hapis cezalarının 5237 sayılı TCK’nın 50/1-f maddesi uyarınca kamuya yararlı bir işte çalıştırma tedbirine çevrildiği ve kararın kesinleştiği, hükümlü tarafından yerine getirilememesi nedeniyle seçenek yaptırımın adli para cezası olarak değiştirilmesine dair 11.06.2013 tarihli ek kararın temyiz edildiği ancak bu şekilde verilen kararların infaza ilişkin olması nedeniyle temyiz kabiliyeti bulunmayıp, 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 98. ve 101. maddeleri uyarınca itiraza tabi olduğu ve 5271 sayılı CMK.’nın 264. maddesine göre de kanun yolunun ve merciin belirlenmesinde yanılma başvuranın hakkını ortadan kaldırmayacağından” Yarg. 2. CD., 22.01.2015, 2014/37395, 2015/627; “Suç konusu olmayıp, suçta kullanılmayan ve sahibi hakkında ceza davası açılmayıp bulundurulması, taşınması izne tabi bulunan eşyaların müsaderesine ilişkin sulh ceza hakimi tarafından CMK.’nun 259. maddesi uyarınca verilen kararlar itiraza tabi olup eşya sahibinin temyiz isteminin 5320 sayılı Yasanın 8/1. maddesi uyarınca uygulanması gereken 1412 sayılı CMUK.’nun 317. maddesi gereğince REDDİNE, CMK.’nun 264. maddesine göre kanun yolunun belirlenmesinde yanılma, başvuranın hakkını ortadan kaldırmayacağından” Yarg. 8. CD., 26.09.2014, 2014/27093, 2014/21060.
[13] Ünver-Hakeri, Ceza Muhakemesi Hukuku, s.425. Yenidünya-İçer, Ceza Muhakemesi Hukuku, s.356
[14] Yarg. CGK., 01.10.2013, 2013/7-318, 2013/395.
[15] Yarg. CGK., 01.10.2013, 2013/7-318, 2013/395.
[16] Aynı yönde bkz. Yarg. CGK., 03.12.2013, 485-578; “Sanıklar müdafilerinin sanıklar İ.A.’ın 24.07..2013 tarihli, Serdal Daşdelen’in 24.07.2013 tarihli, Mehmet Şerit’in 26.07.2013 tarihli dilekçeleriyle ortaya koydukları hükmü temyiz etmeme yönündeki açık arzularına aykırı olarak gerçekleşen temyiz taleplerinin, 5271 sayılı CMK.’nın 261 ve 1412 sayılı CMUK.’nın 317. maddeleri uyarınca reddine” Yarg. 9. CD., 31.10.2013, 2013/13899, 2013/13084.
[17] Kararın devamı şu şekildedir: “Bu bilgiler ışığında somut olay değerlendirildiğinde: Yargıtay 7. Ceza Dairesinin 15.11.2012 gün ve 22876-28506 sayılı onama kararına karşı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısınca, “sanığın 5607 sayılı Kanunun 3/5. maddesine uyan eyleminin, ayrıca 4733 sayılı Kanunun 8/4. maddesine de uyduğunun anlaşılması karşısında, 5237 sayılı TCK.’nun fikri içtimayı düzenleyen 44. maddesi uyarınca daha fazla cezayı gerektiren 4733 sayılı Kanunun 8/4. maddesi uyarınca cezalandırılması gerektiğinden, ceza süresi yönünden kazanılmış hakkın korunması suretiyle yerel mahkeme hükmünün bozulması gerektiği” görüşüyle. Özel Daire onama kararının kaldırılmasına ve yerel mahkeme hükmünün bozulmasına karar verilmesi istemiyle yapılan 11.1.2013 gün ve 19326 sayılı itiraz kanun yolu başvurusundan, 29.3.2013 gün ve 219326 sayıyla vazgeçildiği anlaşılmakta olup, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının itirazını geri alması sebebiyle dosyanın incelenmeksizin iadesine karar verilmelidir”.